17 Temmuz 2013 Çarşamba

Son Perde

       Uzun zaman oldu; yazmayalı, yazamayalı; Siz kıymetli okuyucularımı beklettim bir süredir. Bir çoğunuz her gün açtı bu blogu, bugün yeni yazı var mı? diye. Bloguma zaman ayırdınız, yorumlar yazdınız, güzel paylaşımlarda bulundunuz. Çok hoş vakit geçerdim sizlerle. Tüm bunlar için sizlere çok teşekkür ederim. Ancak biliyorsunuz ki, her şeyin bir sonu vardır. İşte bu blog içinde bitirmek vakti gelmiş, çatmış. Bende isterdim çok uzun yıllar burada yazmayı ama her istenilenin olmayacağını söylememe gerek yok sanırım. Çok düşündüm ve artık bitiş noktasını koymaya karar verdim. Şimdi yeni ufuklara yelken açma vakti, yolumu değiştirme vakti. Belki bir gün bir yerlerde yine karşılaşırız sizlerle. Belki bir gün anka kuşu misali geriye kalan küllerimden yeniden doğar, dönerim buralara. Hayat bu, belli olmaz ki, ne yaşayacağımız... Kendinize ve hayallerinize iyi bakın...

21 Nisan 2013 Pazar

Şekerli Dakikalar

      Efendim; güzel bir pazar gününde yine buralarda takılıyoruz. Sınavlarım bitmiş, bende her fırsatta yorulduğumu ima ederek; dinlenme politikasını güdüyorum. Tabi, benim dinlenmem için illa ki saatlerce uyumam gerekmez. Uykuyu severim o ayrı bir konu, ama sevdiğim aktiviteleri yaparken de dinleniyorum ben.  İşte yine böyle düşündüğüm bir gün ki o gün dün oluyor; çok tatlı bir etkinlikte bulundum. Sevgili Hikde         (Hanımlar ilim ve kültür derneği) 'nin düzenlemiş olduğu butik kurabiye süsleme, atölye çalışmasına katıldım. Çok renkli ve keyifli dakikalar geçirmeme sebep oldu. Sanatçı ruhumun ön plana çıktığını hissettim. Şeker hamurundan nasıl kurabiye yapılırmış? Onu öğrendim. Daha önceden biraz bir şeyler bildiğimi düşünüyordum ama çok eksiğimin olduğunu fark ettim. Kesinlikle çok eğlenceli bir iş. O rengarenk hamurlarla istediğiniz şekli yapmak; tam stres atmalık. Sonra bir de yaptığınız kurabiyeleri yeme faslı var. Hoş kıyamıyorsunuz, saatlerce uğraştığınız şeyleri yemeye. Ama midenizle beyniniz "Ye bu kurabiyeleri" diye iş birliği yapmış durumda, siz yemek istemeseniz de ne fayda? 
     Aslında ben ömrüm boyunca makarna ve puding haricinde yenilecek şeyler yapmamış tipik bir öğrenciyim.  Laf aramızda her ne kadar söylemeye utansam da elmayı bile adam gibi soyamam. Teorik olarak bir kaç bir şey bilsem de pratiğe dökmediğim sürece işe yaramayacağıını biliyorum. Bir kaç kere, yemek kitabına bakarken yemek resimlerinden etkilendiğimden ötürü hamur işlerine kalkışmışlığım vardır, ama onlarda da başarı yüzdesi çok düşük. Mesela 2009 yılıydı sanırsam, kurabiye yapmaya kalkmıştım, ablamın gözetiminde. Ama yaptığım kurabiyeden kimse yemeye kıyamayıp(!), bari israf olmasın diye kedilere vermiştik. O günden sonra hiç kurabiye yapmadım mesela. Sonra bir gün dondurma yapmaya kalkmıştım, Onda da tadını tarif edemeyeceğim çok acayip bir şey olmuştu. Onu kedilere bile verememiştik. Aralarında en  iyisi pasta tecrübemdi. Onda bile pandispanya fırında pişerken bir tarafı tam kabarmadığından ortadan ikiye keserken bir takım pürüzler çıkmış. Pastanın şeklinde epeyce bir asimetriklik söz konusu olmuştu. Ama o pastayı evde herkes yemişti. Tadı kötü değildi, ne de olsa tarif annemindi. Komşumuza bile ikram etmiştim yani. :)) Neyse daha fazla beceriksizliğimden söz etmek istemiyorum; ben iyisi mi şeker kurabiyesinden yaptığım soyutsal ağırlıklı, şaheser olmaya aday çalışmalarımı takdim edeyim sizlere..



      Her gün gibi, dünde geçip gitti. En güzel tarafı ise siz sevgili okuyucularıma yazmaya değer anılarım oldu. Hafızamda hep taze kalacak bu anılar için Hikde ekibine can-ı gönülden teşekkürlerimi sunuyorum. Bir sonraki yazım, geçenlerde attığım bir İstanbul turuyla ilgili olacak inşallah. Her daim satırlarımın arasında görüşmek üzere, esen kalın... :))

24 Mart 2013 Pazar

YGS mi? Hıh, boş verin bunları!!!

       İyi bir hafta sonu olması temennisiyle başlıyorum yazıma...
     Uzun zamandır yazamamış olmanın verdiği hamlamışlık var üzerimde. Dökülmüyor kelimeler şöyle art arda. Artık, olduğu kadar...
    Bugün yaklaşık iki milyon arkadaş, şu ygs denen saçmalığa girdi. Bir çoğumuz( ygs ye girenler dahil) twitter da dalgasını yaptık, makarasını geçtik. Geçtik geçtikte aslında bütün bu hareketlerimizin sebebi ortadaydı, ağlanacak olan halimize gülüyorduk hep birlikte. Bu sistemi anlamanın mümkün olmadığını anlamıştık. Dedik ki o zaman; "madem düştük içine o halde onunla boğuşmaktansa(çünkü kavga edersek hayat yine bize zindan olacak) gırgır geçeriz kendisiyle" Ancak bu sayede onu idare edeceğimizi anlamıştık. 
   Ben ömrümde iki kere ygs ye girdim. İlkinde çok şükür üniversiteyi kazanmıştım, ikincisine girmemin sebebi, sınava girenleri şöyle bir incelemekti, o kadar. Ama  o bile o kadar yormuştu ki; hatırlayınca bile kötü hissetmeme sebep oluyor. Gözlemi batsın! diyesim geliyor içimden. O nedenle bu sene sınava girmedim, büyük konuşmayayım ama herhalde bir daha girmem. Sınava girmedim, girmedim ama bugün sınava girenleri düşündükçe ilk girdiğim sınavım geldi aklıma, içim burkuldu. Dua ettim sınava girenlere. Ne olursa olsun, emek harcamışlardı, yorulmuşlardı, bir çoğu sevdiği işten feragat etmişti. Her çalışan emeğinin karşılığını elbette alır, ama hemen ama sonra, muhakkak alır biiznillah..
    Evet, şükürler olsun ben sınavı kazandım. Şimdi bir üniversite öğrencisiyim. Peki üniversiteye gidince hayatımda ki her şey mükemmel mi oldu?? (Değinmek istediğim asıl konu tam da bu aslında) Biz üniversiteye kapak attık mı gerisi olur zannediyoruz. Gerisi olacaksa sınavı kazanmadan da olur ki zaten. Her halükarda olur. Her şeyi sınava bağlamak gibi bir saçmalık var ortada maalesef. Bir zamanlar beni de dolduruşa getirmişlerdi, veya üniversite hayatına o kadar özenirdim ki kendimi ben gazlardım. Üniversite hayatının süper ötesi olacağına kendimi öyle bir inandırmıştım, kötü olacağı gelmezdi bile aklıma. Ablam zaman zaman zorluklarını anlatmaya çalışırdı da "hadi canım" derdim. Ben üniversiteye başladıktan sonra sadece 3 hafta sürmüştü mutluluğum. Yükseklerde uçan ben, bir yere çakılmıştım ki, çakıldıktan sonra düşmeninde hızıyla öylesine süründüm ki, hiç unutamam acısını. "Al sana üniversite" dedim içimden. Benim girmek için didindiğim, yırtındığım, yıllarca çalıştığım yer burası mıydı? Okulu bırakmayı bile düşünmüştüm. Ama bırakmadım, çünkü bırakırsam düşmanıma boynumu eğmiş olacaktım. Mücadele etmek için, ben çektim; benden sonrakilere çektiremesinler diye kaldım. Mücadelem sonuçlandı, başarmıştım. Yaralarım artık acımıyordu ama hepsinin izi kalmıştı. Ben o yaraları her gördüğümde "Nasıl bu hataya düştüm, neden kendimi bu kadar kaptırdım bu üniversiteye?" diye pişmanlık duyuyorum. Eğer kendimi bu kadar kaptırmasaydım başıma onca şey gelmezdi, gelseydi de hafif atlatırdım çünkü. Üniversite de verdiğim mücadelenin sonunda başardım; evet, ama bundan haz bile duyamıyorum artık. Üniversite canımı o kadar acıttı ki, unutmuş durumdayım, başarıya sevinmenin nasıl bir şey olduğunu. Anlatmazdım ya bu son yazdıklarımı, ibret olsun istedim. Ben düştüm bu hataya, belki bir kişiyi olsun bu hatadan kurtabilirim diye, yazdım tüm bunları. Daha bir ay önce çok kıymet verdiğim bir büyüğümü kaybettim ben. Bir kez daha hatırladım dünyanın gelip geçici olduğunu... Çok üzüldüm, çok ağladım. Her şeyinizi borçlu olduğunuz birini kaybetmenin acısını yaşamayan bilemez, hiç bir acıya benzemez çünkü. Ama dünya fanidir, herkes bir gün terk edecektir. Şimdilerde ise, yeniden; sonsuz olan o yerde bir araya geldiğimiz zaman yaşayacağım mutluluk geldikçe aklıma seviniyorum 
    Üniversite her halükarda kazanılır arkadaşlar. Belki istediğiniz yer olmaz, ama bunun için de üzülmeye gerek yok. Çünkü istediğin yerin gerçekten hakkında hayırlısı olduğu ne malum? Yok çok önemliymişte, bundan sonra ki hayatı buna bağlıymışta, tıp okusunmuşta, mıştılarla muştularla, küçücük aklınızın düşündükleriyle bu işler olsaydı, dünya robotlaşırdı, bir sürü planlaşmış basit dizicikler oluşurdu. Oysa ki dünyada akıl almayan nice olaylar vardır.
      Sözün özü şudur ki, bir gün bitecek olan, sonlu olan şeyler için yani dünyalık uğruna; değerlerimizden, asıl kıymet vermemiz gerekenlerden hiç bir zaman vazgeçmeyin. Önemli olan sonsuz olan için çalışmaktır...


11 Şubat 2013 Pazartesi

Maceracı Üç Yamyam

     Bir pazar gününü daha devre dışı bıraktık, yayında yapımda emeği geçenlere teşekkür ederek başlamak istiyorum yazıma. Malum pazar günü; bir çok kişinin tatil yaptığı bir gündür. Biz de bundan ötürü babanneciğimle dedeciğimi ziyaret etmeye gittik. Yaşlı ziyaretlerinde bilenler bilir; genellikle eskiler konuşulur. Eski insanlar, eskiden gezdikleri yerler, eskiden yapılan işler vs. vs... Zevklidir de bu anıları dinlemek, (bazen çok güldüğüm oluyor.) Mesela benim hiç görmediğim, ismini dahi duymadığım beşinci kuşaktan akrabalarımı öğreniyorum. Çoğunlukla dıdımın dıdısı aslında; babannemin teyzesinin kızının torununun halası... Eskiler anlatıla dururken, bir ara ablamın benim ve kuzenimin de çocukluk anılarımız depreşti. Sanırım yaşlıların arasında fazla kaldık :) Ama durun şimdi başlıyorum çocukken yaptığımız abuklukları yazmaya. Biz kendimize çok güldük, biraz da siz gülün :) on üç sene önce olması lazım. O zamanlar da benim en saftirik dönemlerim. Üretken bir tipte değilim, sürü psikolojisi mantığı üzerinden hareket ediyorum. Bir hafta sonu büyük adaya gitmiştik maaile. Yine biz üçümüz kendi aramızda oynuyoruz. Gurup liderimiz ( bu kişi ablamdı. Çünkü en büyüğümüz ve içimizde hayal gücü en geniş olan oydu.) bu üçümüzden oluşan gruba bir isim koymamız gerektiğini söylemişti. O vakitler belki hatırlayanlar vardır; beş maymun çetesi diye bir dizi vardı. Sanırım biraz ona özendik, birazda ada şartları; ağaç orman derken gurubumuzun adını liderimizin de onayıyla üç yamyam çetesi koymuştuk. Neyin kafasını yaşıyorduk tam hatırlayamıyorum ama üç yamyama bir de hareket bulmuştuk. Önce ellerimizi üst üste koyardık, bağırarak ve belli bir kafiyeyle "üç üç üç üç yamyam" derdik. Ve ellerimizi havaya kaldırırdık. Bu hareketi yapmadan yaramazlıklarımıza başlamazdık. Kendimizce önemserdik işte bu hareketi. Saygısızlık mı oluyordu acaba yapmayınca? Düşünmüyor değilim :)) O günden sonra her gittiğimiz yerde üç yamyam olarak görev başındaydık. Belli şekillerde davranıyorduk. Kendimizce bir havamız da vardı. Macerayı severdik. İki hoplayıp üç zıplayınca kendimizce ulaşılamayan yere ulaştık mı, ooo... bizden süperi yoktu. Kendimizde bir halt var zannediyorduk kanımca. :)) Oyun oynayacak alan mı bulduk? Hemen bir senaryo kurar (daha doğrusu ablam kurardı. O hem yönetmenlik yapardı, hem senaristlik hem de oyunculuk. Kuzenim de senaryoya destek çıkardı. Ben sadece oynardım.) Ve oyuna başlardık... 

    
      Her çocuk gibi çocuktuk bizde. Çayır çimende oynayan son jenerasyonduk belkide. Ne keyif alırdık ama? Bak şimdi hatırladım, Yılan Hikayesi diye bir dizi vardı. Onu bile oynamışlığımız vardır. Bazen konuk oyuncularımız da olurdu. Ağaca da tırmanırdık, koşardık, düşmüş gibi yapardık. İyilerin dostu kötülerin düşmanı olurduk. Saatlerce bıkmadan yorulmadan, annemler; "yeter hadi. Biraz oturun." diyene kadar oynardık. Çoook keyif alırdık, çok...
     Bu olayı sadece 140 karaktere sığdırarak tweet atacaktım ya kuzenim dedi ki; "bundan sağlam blog yazısı olur, bekliyoruz senden iyi bir şeyler." Bende kuzencandan aldığım destek ve birazda gazla yazdım işte bu yazıyı. Son olarak; çocukluğumu güzel geçmesine vesile olan, geçmişten bugüne hayatın bana oynadığı oyunlarda bile bana destek veren herkese ve aynaya baktığımda hala zaman zaman gördüğüm küçük Banu; hep içimde bir yerlerde beni bugün bile yalnız bırakmadığın için teşekkür ederim.
     Evet bir anımı daha paylaştım sizlerle ve bundan dolayı da mutluyum. Sizinde beğenmenizi umut eder, en tatlı gülümsememle iyi geceler dilerim... :))))

6 Şubat 2013 Çarşamba

Duyarsız Kuralcılar

     İyi Geceler...
    Bugün oturdum düşündüm, ben en çok hangi tiplere gıcık oluyorum diye? Evet hakikaten ciddi ciddi oturdum ve düşündüm. Cevabını da buldum ama. Ben en çok kuralcı insanlara sinir oluyormuşum bunu fark ettim. Nasıl kuralcı? Önceliğini kurallarından yana kullanan insanlardan bahsediyorum. Hadi bunu biraz açalım. Evet, tabi ki belli kurallar vardır. Ama gerektiğinde kurallar yıkılmalıdır. Örnek verelim; Yarın çok önemli bir sınavınızın olduğunu düşünün ve o gün de size bir yakınınızın gerçekten çok ihtiyacı var. Ne yapardınız? "Önce ders çalışmalıyım, dersim biterse arkadaşımla ilgilenirim." mi dersiniz? Yoksa dersi bir kenara bırakıp "önce arkadaşım" mı dersiniz? İşte burada kurallarınız ve onların hayatınızda ki yeri devreye girer. Karar sizindir buna kimseninde müdahalesi olamaz, ama insanlık denilen o kavramı unutmamak ve yaşatmak da gerekir. Siz yaşatın ki; sizin birilerine ihtiyacınız olduğunda başkaları da sizin için mücadele etsin. Hem işin şu kısmına da ayrıca açıklık getirmek isterim; Ya kardeşim ders kadar kasıntı bir şey var mıdır şu dünyada? Çalış çalış bitmez. Kendini istediğin kadar kas, istersen hiç sosyal hayatın olmasın ama yine bitmez. Bak tecrübe konuşuyor diyorum, istersen dene. Ama tavsiye etmem. Zamanına yazık. Hem zaten dışarıyla bağlantını kesince bunalıma girersin. Bu sefer hiç ders çalışamaz, psikopata bağlarsın. Ayrıca kuralcılık beraberinde mükemmelliyetçiliği de getiriyor. Dolayısıyla mükemmelliyetçi insanlara da kızıyorum. Neymiş? Her şey en güzel şekilde olacakmışmış. Tek bir hata bile olmasınmışmış da ohoo... sen daha çok beklersin canım. Hatasız insan bulursan bana da haber ver. Tanışmak isterim çünkü öyle ulvi bir insanla...   
     Şimdi sizler benim bu yazdıklarımdan bu kızın çalışkanlara garezi var diye düşünebilirsiniz. Hayır! çalışkan insana sözüm yok. Asla, olamaz da. Başarılı insana laf sokmak, bildiğin meyveli ağacı taşlamaktır ki buna da kıskançlık denir zaten. Bundan da hiç haz etmem. Benim itirazım; çalışacağım derken kendini ve çevresini yıpratan, kendince saçma kurallar koyan insanlaradır. Tamam kabul, belki ben biraz rahatım ama çalışkan olmanın ne demek olduğunu bilen  rahatlardanım. Çalışmak için illa ki sevdiklerinden fedakarlık yapman gerekmez. Her insanın yetenekleri vardır ve bu yetenekler doğrultusunda ilerlerse işini zekayla ya da tek okumayla bitirebilir ki zaten. Mutlu mesut yaşamak varken, iki günlük dünyada saçma sapan şeylere üzülmenin mantığını kim izah edebilir ki? 
     İnsan hayatı rengarenktir. Siyahı da vardır pembesi de. Ağlamak, gülmek, kızmak, heyecanlanmak hepsi bizler için. Hepsinin hayatımızda bir yeri vardır. Olmalıdır da zaten. Bahsettiğim şey sınırının ve miktarının iyi ayarlanması. Yoksa kaygısızca şebelek şebelek gülmek yada kendini hasta edercesine ağlamak değil. Belki uç örnekler veriyorum ama doğru kararlar vermenin insan yaşamının en önemli noktası olduğunu düşünüyorum. 
     Biraz edebi, belki uzun ve can sıkıcı gelmiş olabilir bu yazım sizlere. Psikologluk yaptığımı düşünenler, aman canım sen ne anlarsın diyenler; içimi dökmenin bir yoludur bu satırlar. Birilerine mesaj göndermenin kendimce bir şeklide diyebiliriz. Son sözüm şudur ki; İnsan kafasındaki gereksiz kuralları yaşatacağım derken  hayallerinden vazgeçiyorsa başarı yolunda değil sadece embesillik yolunda bir adım daha atmış demektir. 

27 Ocak 2013 Pazar

Ben Lisedeyken ;)

       İyi geceler herkeslere :)
     Ben yine ne yazsam diye çok düşündüm, eski yazdığım ama yayınlamadığım taslak yazılarını okudum, düzeltip onları mı yayınlasam diye düşündüm ama onu da beceremedim üstüne üstlük yeni taslak yazıları oluşturmayı başardım. Şu anda blogumda 15 tane taslak yazısı var, düşünün siz benim halimi :)) Ama ne yazacağımı buldum sonunda...
      Lisedeyken başıma gelen komik ve hoş bir anıyı paylaşmak istiyorum sizlerle...
    Lise üçteydim, az çok okulun kıdemlilerinden sayıldığımız senelerden birinde, bir tenefüs vaktinde, koridorda, okul müdürünün odasının karşısında fizik hocasıyla ve bir kaç arkadaşla sohbet ederken, gözüm okul müdürünün kapısına takıldı, okul müdürünün kapısından içeri bir hanım girdi. Müdürle ve o sırada odada bulunan rehber hocasıyla müdür yardımcısının elini sıktı. Buraya kadar her şey normal gözükmüş olabilir. (İşte olay şimdi patlak veriyor.) İçeri giren hanımın halam olduğunu fark etmemle birlikte müdürün odasına dalışım aynı saniye içinde gerçekleşti.( Gülmeyin!! :)) arkadaşım şaşırmıştım ne yapayım? halamın benim okulumda ne işi olabilirdi ki?) Neyse ben içeri girdim, Aaa.. Hala!!! dedim hemde halama sarıldım öptüm en doğalından.(Yalnız bir problem vardı, ben müdürün odasındaydım, onu unutmuşum :)) Benim bu hareketlerimden dumur olan okul müdürü, müdür yardımcısı ve rehberlikçi şaşkın şaşkın beni izliyorlardı, hee.. söylemeyi unuttum halamda şoke oldu :)
      Herkes şoku atlattıktan sonra durumu açığa kavuşturduk; tüm kamuya duyurduk hala-yiğen olduğumuzu. Meğersem halamda canım okulum İhlas Koleji tarafından seminer vermesi için davet edilmiş. Aslında normal bir şeydi bu; sonuçta halam bir çok yere konferans vermek için giden biri, ama işte halam yani okuluma gelmiş, karşıma çıkmış beklemediğim bir anda, şaşırmam normal bir davranış yani :)
       Sonra semineri dinledik bitti, çıkışta ben tekrar müdürün odasına gittim. (O zamanlar okula telefon götürmek yasaktı, lazım oldu telefonu okula getirdin öyleyse müdüre bırakmakta şarttı, bende dürüst olacağım ya her sabah müdüre telefonumu bırakır, akşamda gider alırdım. Allah benim iyiliğimi versin. Kendime başka bir şey demek istemiyorum.) Neyse ben müdürün odasındayım.( Müdür beni severdi şimdi, hakkını da yiyemem :)) Telefonumu verirken bana dedi ki; Ne kadar şanslı olduğunu biliyor musun? Çok güzel bir ailen var. Bende ukalaca "evet biliyorum, teşekkürler." demiştim. (Sanırım ikinci potuda orada kırdım. Mütevazilik hiç bana göre değil anlaşılan.) Müdür benim bu cevabıma tebessüm etmişti gerçi, sonra iyi akşamlar deyip ayrılmıştım oradan...
      Evet, her günümün olay olduğu lise yıllarımdan bir hatıramı paylaştım sizlere, umarım sizde benim gibi gülmüşsünüzdür bana. Ben lisedeyken böyle bir tiptim işte. Ne diyeyim ki başka :) Görüşmek üzere...