25 Nisan 2012 Çarşamba

Ben Ve O

       Sabahın köründe uyandım yine. Koştur koştur okula gittim, Allah'tan bugün dersim öğlene kadardı da fazla yorulmadan eve dönmeyi başardım. Eve geldiğimde kapıyı o açtı. Bana gülümsedi ve hoş geldin dedi. Bende ona hoş bulduk dedim ve sarılıp öptüm. Yanaklarını sıktım " Ayy.. canımmm" dedim. Benim dokunsal hareketlerimden hiç hoşlanmayan o; ters ters baktı bana, ben senden kaç yaş büyüğüm gibilerinden.. Sonra birlikte yemek yedik, yemek yerken de sohbet ettik. Genellikle (her zaman olduğu gibi) ben konuştum o dinledi. Ben konuşurken o bana yine güldü. "Nasıl bir çocuksun sen?" gibilerinden ara ara gözümün içine baktı. Hayatımla ilgili yorumlar yaptı....
       Aslında onunla o kadar farklıyız ki; ama nasıl anlaştığımızı hala çözemedim. Eminim ki sosyologlar bizi incelemeye kalksa onlarda çözemezler :) Aramızda manevi olarak nasıl bir bağ var onu da bilmiyorum. Ama kimyasal olarak iyonik bağ olduğu kesin. İyonik bağ diyorum çünkü kuvvet bakımından hiç bir bağa benzemez. Diğer bağların yanında en kuvvetlisidir. Çünkü iki farklı element gurubu arasında oluşur. Metaller ve ametaller.. Ben metalimdir, bütün elektronlarımla ona gelirim, o da ametaldir. Beni her şeyimle kabul eder. Aslında bakarsanız metaller ve ametaller, birbirinden çok zıt iki guruptur. Ametaller daha sakin, kendi aralarında da  bileşik oluşturabilirken metaller yalnız kalmayı tercih etmezler. Sürekli hareket halinde olup ametaller ile arkadaşlık  kurmak isterler. Metallerde tek başlarına gezebilirler, özgürdürler. Ama güçlenmek istediklerinde güçlerini ametaller den alırlar. Ametaller dingindir, kendi ayakları üzerinde iyi kötü dururlar. İşte tüm bu nedenlerden dolayı metaller ve ametaller birbirlerine muhtaçtır. Aralarında mutualist bir ilişki vardır ve bir araya gelince de çok güzel işler başarırlar.
                                            
        O biraz önce dışarı çıktı. Beni evde yalnız bıraktı. Ama söz verdi, döndüğü zaman birlikte alışverişe gideceğimize dair. Şimdi onun bu yazıdan haberi yok. Eve gelip açtığında interneti ona büyük bir sürpriz olacak eminim. Ben 19 yıldır böyleyim işte, onu şaşırtmaktan, mutlu etmekten büyük keyif alıyorum. Tabii bir de onunla birlikte gülmekten ve eğlenmekten de. Son olarak o; var yaa.. ben seni çoook seviyorum. 

Dipnot: Bu yazı nasıl çıktı?, nereden çıktı? Amacım neydi bilmiyorum. Bugün onun için özel bir gün bile değil aslında. Ama içimden geldi. Kanımca, sorun tamamen duygusal :)   
        

22 Nisan 2012 Pazar

Hafta içi her sabah...

       Sabahın ilk ışıklarının perdenize yansımasıyla birlikte alarm çalmaya başlar. Önce kısık sonrasında yüksek bir sesle çalmaya devam eder. Uykunuzun ağırlığına göre alarmın bilmem kaçıncı saniyesinde uyanırsınız ve  ablanız uyanmasın diye hızlıca kapatmaya çalışırsınız alarmı. Öncelikle uyku mahmurluğu vardır üzerinizde, bu nedenle saçma saçma sorular sorarsınız kendinize "Aaaa.. sabah mı olmuş? Neden olmuş? Ne ara olmuş? Hiç farketmemişim". Yatakta doğrulur, gözlerinizi ovuşturursunuz. Yavaş yavaş bilinciniz yerine gelir. Agresif bir kişiliğiniz varsa sizi uyandıran telefona kızmaya, söylenmeye başlarsınız. Hatta telefonla yetinmez, çalan alarm müziğine, müziği besteleyene, müziğin çalındığı aletlere, o müzik aletlerini ilk kim bulduysa onlara içiniz rahatlayana kadar sayar dökersiniz. Sonra kalkmaya çalışırsınız, işte en zor kısım burasıdır. Kafanız tekrar yastığa düşerse iş vahimdir. Düşmemesi için gayret gösterirsiniz. Kafanız düşmedi mi o zaman dramatik kısma geçer yatağınızla, yastığınızla vedalaşırsınız. "Canım hiç üzülme, ben gece yine geleceğim." dersiniz. Ve kalkıp aynaya bakarsınız, suratınıza çıkan yastığın izini, gözlerinizde 5 saatlik uykuyla gitmeyen yorgunluğunuzu görüp iç çeker lavaboya yönelirsiniz.... Şimdi hızlı bir hazırlık süreci başlar. Dakikseniz, okula geç kalmak istemiyorsanız doğru düzgün giyinmek, kahvaltı etmek ve vaktinde otobüse yetişmek için genellikle sadece yarım saatiniz vardır. Kıyafetinizi akşamdan hazırladıysanız işiniz kolaylaşır. Ama ben action (ekşın) severim diyorsanız sizi kendinizle baş başa bırakıp bir düşünmenizi de tavsiye ederim.( tamam bende action severim ama herşeyin bir dozu var :))) Kahvaltı konusuna gelince,  sabah anneniz erken kalkmadıysa azıcık bir şey yiyerek evden çıkabilirsiniz. Ama anneniz erken kalktıysa hazırladığı tabağı bitirmek zorundasınızdır. Bir kaç kere" ben geç kaldım" deyip evden fırlayarak çıkmaya çalıştım. Ama annem sanki ben küçük bir çocukmuşum gibi ağzıma bir şeyler tıkmaya çalıştığı için pek de başarılı olduğum söylenemez. Evet her şeye rağmen 25 dakikada hazırlanır, son kalan 5 dakikada o sırada oturma odasında olan anneciğimle babacığımı öpüp dualarını alır, bizim evin yaklaşık 15 metrelik holünü koşarak geçer, kapıya ulaşır ayakkabılarımı bağlar, asansöre biner ve apartmandan çıkıp hızla otobüs durağına doğru ilerlerim...

       Evet hemen hemen her sabah bu şekilde okula giden biriyim. Bu tarzı bazen değiştiriyorum yani uykumu alarak kalktığım zamanlarda daha düzenli ve sakin bir hayatım var ama bu çok nadiren oluyor ya da hiç olmuyor :)) Neyse siz böyle yapmayın diye anlattım tüm bunları. Aslında yapa da bilirsiniz yani benim için fark etmez. Sonuçta bende okula vaktinde yetişiyorum. Sadece küçük bir farkla ben adrenalin bombası olmuş bir şekilde okula gidiyorum hepsi bu :)) Şimdilik bu kadar... Aslında daha  otobüs maceralarımı anlatmadım sizlere ama artık o da başka bir yazıya. Görüşmek üzere, herkese mutlu pazarlar...
        

7 Nisan 2012 Cumartesi

Y.G.S. (Yola Getireceğim Seni)

       Geçmiş yine zaman. Hem de çok geçmiş. Farkedememişim... Ama anlatacak çok şey biriktirmişim... O halde lafı fazla uzatmadan başlayalım yazmaya...
       1 Nisanda ben de girdim YGS sınavına. Maksadım nostalji yapmak, stresli veletler üzerinde sosyolojik analiz de bulunmak  falan. Ama şunu baştan söylemeliyim ki; beklediğim kadar keyif alamadım sınavdan. Sınavın nostaljisi bile kötüymüş. Zaten sınav kelimesinde bile hayır yok. Sınamaktan geliyor. Yani kelimede ki gizli anlam şu aslında, sına kendini de, gör bak başına neler gelecek! Hatta bir de sınav kelimesine açılım yapayım. "Sefaletin Izdırapla Noktalandığı Acı Vaka"...  Neyse tamam bu sefer başkalarının bakış açısını değiştirmeyeceğim. Çünkü aldığım duyumlara göre yazılarımdan etkileniyorlarmış okuyucularım... Evet sınav, yol maceramla başladı. Sevgili!!! ÖSYM beni İstanbul'un ücra bir köşesine attığı için navigasyon hatta google bile okulun yerini tam olarak bulamadı bu nedenle sınav yerini bulurken yurdum insanı bayağı bir yardımcı oldu. " Abi ilk ışıklardan sağa ordan ikici sapaktan sola, dümdüz git tam karşında"... diyen bir sürü insana sora sora okulun yerini bulma başarısını gösterdik. Sonrasında binaya girmeye hak kazandım güvenlikçi ablanın kontrolünden tam not alarak. Hoş kopya çekmek isteyen çok rahat çeker. (Ama bu kopya meselesinden bahsetmek istemiyorum. Onu başka bir blog yazısı konusu yapacağım.) Nihayetinde sınıfa girdim, sırama oturdum. Gözetmenler numara sıralamasını yanlış yaptıklarından kalktım ve bir başka sıraya tekrar oturdum. Optik okuyucuda doldurulması gereken yerleri doldurdum. Bir de resmimi basmışlar optiğe. Baktım kendime şöyle bir Maşallah dedim bu ne güzellik... :)) Kitapçığımıda kontrol ettim. Henüz sınavın başlamasına 5 dk olduğundan çevremdeki insanlara baktım. İçimde sadece bir acıma hissettim. Sonuçta benim tuzum kuruydu...
       Sınav başladı. Her zaman matematikten başlayan biri olarak yine öyle yaptım. Vaktimi fazlaca yiyen matematikten sonra türkçe ve fen sorularını çözdüm. Sosyal yapmadım. Çünkü 2 sene önce girdiğim sınavda da yapmamıştım. Sözeli de sevmem zaten. Bir de vakitte kalmamıştı. Aslında felsefeye baktım (sonuçta zamanında sırf felsefeden oluşan bir test kitabı bitirmiştim, ayıp olmasın dedim o test kitabını çözdüğüm zamana) Lakin acı gerçekle karşılaştım. Unuttuğumu farkettim, bir de bana çok koyduğunu...
Saat 12.40 oldu. Sınav bitti. Aslında gözetmenden beş dakika daha isteyecektim. Kabul etmezse "Hep senin yüzünüzden sen sakız çiğnedin. Arkamda ki çocukta at gibi şeker yedi, konsantrasyonumu bozdu. "diyecektim. Ama demedim, diyemedim. O kadar cesaretim yoktu :))
          Sınavdan çıktım, babam karşıladı beni. Nasıl geçti? diye sordu. Güldüm, fulledim dedim. Babam da " senden daha aşşağısını beklemiyordum zaten." dedi ve o da güldü. Eve vardığımda sınava girdiğimi falan unuttum. Hayatıma kaldığım yerden, vize sınavlarımdan devam ettim. Bir de karar aldım. Bundan sonra kimsenin gazına gelip değil sınava girmek tek bir adım dahi atmayacaktım...